Nihan Çakır
Otobüste annemi gördüm. Onca yıldan sonra.
En arka dörtlüde cam kenarında oturuyordu. O mu değil mi emin olamadım. Akbili basarken bir yandan da oturacak boş koltuk arıyordum, birden gözüm takıldı…
Çok yorgunum. Yine ölümüne çalıştım bugün. Patron gün boyu başımızdaydı. Parça saydı. Kaç kez “Bitiremeyecekseniz sırada bekleyen çok!” dedi sırıta sırıta. Şerefsiz, Suriyelileri kastediyor. Başımı öne eğdim. Şimdiki gibi… Lanet olsun hepsine.
Şoför “İlerle abla!” diyene dek, orada kapı ağzında, yüreğim elimde öyle duracaktım. Duymamış gibi yaptım.
İnsem mi? Offf, akşam saati otobüs seyrek. Sonraki, bir saat sonra. Ayaklarımda derman yok, açım. Çantamı yokladım. Simit orada, sabahtan kalan… Kurumuş azıcık ama su içerim üstüne, şişeyi doldurdum nasılsa…
Annem beni görmedi hâlâ. Yan gözle baktım yeniden. Şoför ikinci kez uyarınca azıcık ilerledim. Çok değil ama, bir koltuk falan. Beni gördü mü acaba? Görsün mü istiyorum? Görecek de ne olacak? Niye takıldım şimdi buna? Şeytan görsün yüzünü…
Görse taaa oradan bağırır mıydı? Otobüste de kesin tanıdık biri vardır, rezil ederdi beni… Bu saatteki otobüse binmekten nefret ediyorum, herkesin gözleri çakmak çakmak, suratları asık.
Görmedi belli ki… Otobüs hareket etti Allahtan. Ne işi var onun bu otobüste? Bu tarafta oturmuyor ki… Benim yerimi mi öğrendi acaba? Ya hastaysa, bana bak diye başıma kalmaya niyetliyse? Ya çocuklara ulaşmayı denerse? Annem öldü dediydim çocuklara.
Otobüs hızla fren yaptı. Öne doğru savrulduk ayaktakiler, tutunamamıştık ki bir yere… Midem kalktı, öğürdüm birden. Açım işte. Ayaklarım şiş. Ne işi var onun bu otobüste?
Ya beni görmeye geliyorsa? Onu görmek istiyor muyum? Kaç yıl oldu görüşmeyeli? Ne diyeceğim? Ne anlatacağız birbirimize? Anne mi diyeceğim seslenirken ona? Sonra, Adnan’a nasıl izah ederim…
Bir kez sorduydu, daha konuşmaya yeni başlamıştık. Akşam saatiydi, ağlayıverdiydim durağa yürürken. Ağrıma gidiyordu el yanında kalmak, yersiz yurtsuz olmak. “Hiç lafını açma ne olur, öldü bil.” demiştim. İyi adamdır Adnan’ım, hiç ikiletmedi, sormadı onca yıl… Anasına bile tembihlemiş besbelli. Hiç konuşulmazdı onun konusu. Zeliha Ana ağzından kaçırmasa konuşulmazdı da. Bir gün “Anandır, seni doğurması yeter. Bazen başka bir şey beklememek gereklidir, kızım. Sen de ana olunca anlarsın.” dediydi. Nasıl baktıysam Zeliha Ana’ya bir daha lafını açmadı onun.
Ensemden başlayan ter, kaba etlerime kadar iniyor. Kazak sırtıma yapıştı. Paltoyu çıkarmaya yeltenemiyorum, lanet olsun. Yan gözle anneme bakmaya devam ediyorum. Önüne bakıyor, camdan dışarı bakıyor, saatine bakıyor, bana bakmıyor. Çok ateşlendiğim bir akşam çok sayıklamış bir de ağlamışım çipil çipil. Gitme diyormuşum. Ne olur beni bırakıp gitme… İnsanlar çok meraklı hikayelere. Hemşire, Zeliha Ana’ya sormuş, o da “Bilmiyorum ki kâbus görüyor herhalde zavallı” demiş. Sokağın sonuna varana kadar beklemiştim, dönüp bakmamıştı. Şimdiki gibi.
Telefonun şarjı da az. Adnan’ı arayıp annemi gördüm desem mi? Anlatmak lazım gelir. Yok anlatmak istemiyorum şimdi annemi kimseye… Adnan’a bile. Utanıyorum onu anlatmaktan. Aklım çocuğunu sebepsiz yere ortada bırakıp, başka adama giden bir kadını almıyor çünkü. Hep başka bir sebep var mıydı diyorum. Yani ne bileyim, Zeliha Anayı rahmetli çok dövermiş. Masada tabağı filan yere atar, yok yere kavga çıkarırmış. Babacığımın bir kötü sözüne denk gelmedim ki ben. Annem gittikten sonra bile bir kez olsun ardından kötü laf edilmesine izin vermedi ki… İyiler çok yaşamıyor işte! Dayanamadı mahallelinin lafına, sözüne.
Şoför ısrarcı, ilerleyin de ilerleyin. Otobüsü yarıladım nerdeyse. Annemin önünde uzun boylu bir adam duruyor şükürler olsun. Beni görmesi mümkün değil. Zaten hep dışarıya bakıyor, cama yansıyor yüzü.
Eve gidince çocuklar kapıya koşuyor ya, en sevdiğim an. Annem daha kaçmamıştı, ben de okuldan eve koşarak gelirdim. Hep özenirdim onun güzelliğine, bakımına. Saçları yapılı gibi gelirdi bana. Üstü başı özenli. Annemle çarşıya çıkmayı da severdim. Herkes dönüp bakardı ona, ben kendime pay çıkarırdım.
Cama vuran aksi çok net değil. Ne kadar yaşlanmış… Saçları da beyazlamış galiba. Pek görünmüyor başörtüsünden. Hâlâ güzel ama. Hâlâ alımlı. Ben de ona benzer miyim acaba yaşlanınca. Doktor hani sormuştu ya, “Annenizin yaşlılığı nasıl?” diye. Ne dediydim acaba. Soru kalmış bir tek aklımda.
Demek o da yaşlanacakmış. Başörtüsünün altından fırlayan birkaç tele bakıyorum. Annemin yaşlanması fikri aklımdan geçiyor ama geçip gitmiyor. Hasta mı acaba? Midem kasılırken ağzımdaki paslı tat artıyor. Açım ya, ondan herhalde… Kazak da yapıştı tümden. O da sıcaklamış galiba. Elini yelpaze yapıyor kendine. Eskiden de darlanırdı otobüs yolculuğunda. Ben de sokulurdum iyice ona. Yanında oturmayı istemez, illa kucağında oturmaya çalışırdım. Ona da sıkılır mıydı acaba? Git kızım az öteye demezdi hiç. Ben Eylül’e diyorum bazen.
Duraklar ilerledikçe yeni insanlar biniyor otobüse ve eskileri iniyor. Arkaya doğru iyice yaklaştım ve korkuyorum. Annemle karşılaşmaktan korkuyorum. Adnan’ı arayıp önceki durakta inmem gerekti gel beni al desem. İnersem… Peki ya annem bana dönmüyorsa? Ya bir daha karşılaşmazsam? Bu sadece bir tesadüfse? Beni unutmuşsa?
Şimdi şu önümdeki birkaç adımı da aşsam ve önüne dikilsem. Sadece “anne” desem.
Sırtıma yapışmış kazağın rahatsızlığını umursamadan, öğüren midemi, ağzımdaki pas tadını, şişmiş ayaklarımı unutup… Ağzımda eze eze “Anne!” desem. İnsek ileriki durakta, köşedeki pastanede otursak. O çay içse ben yine limonata. Belki pasta yeriz…
Şoför durakta yine seslendi… “Bir zahmet ilerleyelim!” diye. Arkamdan iten kadına dönüp baktım. “Gidecek fazla yer yok” dedim. Kadın cevap verecek gibi oldu, sustu. Neyse akşam kavgası yaşamadık diye sevindim. Döndüm hemen cama baktım. Annemin siluetini aradım.
Yoktu. Durakta inmişti.