Özlem Leskay
Yaşamın anlamını, arayarak ya da birilerinde bu anlamı duyarak gerçekten tecrübe edemeyiz. Benzer bir şekilde ölüm gerçeğiyle ne yapacağımız ya da tersten söylersek nasıl yaşayacağımıza kendimiz karar vermemiz gerektiği gerçeğiyle ne yapacağımız gibi sorularımızın olduğu zamanları da yadsıyamayız. Bazı zamanlar “Ucunda ölüm yok ya” diye kendimizi ya da başkalarını telkin etsek de, ucunda ölüm olduğunun farkında olarak hayatta ne yapacağımız aslında bize kalmış.
Martin Heidegger 1926 yılında konuyla ilgili olarak, ölüm fikrinin insanı nasıl koruyabildiği sorusuna değinmiş ve kendi kişisel ölümlülüğümüzün farkında olmanın bizi bir var oluş şeklinden daha yüksek olana geçmeye sevk ettiğini söyleyerek ölüme dair önemli bir noktanın altını çizmiştir. Buradan hareketle sürekli ölümü düşünerek var olabileceğimiz ya da hayatı daha anlamlı kılabileceğimiz sonucuna varamayız. Ancak ölümle yüzleşip (bu bir yakınımızın ölümü ya da hastalık ile de olabilir) bu durumdan hayat boyu sürecek bir ders çıkarmak için ölümün içimizde bir yerlerde geri dönülebilir olması gerekmektedir. Bu geri dönüş kıyamet günü sonrası yeniden dünyaya gelmekten daha çok, içsel bir yeniden doğuşla, yeni bir anlam bulmakla mümkün olmaktadır.
“Bu hayatta ne yapıyorum?” sorusunun peşinden gelen birçok düşüncenin altında varlığımızda anlam bulma ihtiyacımız yatmaktadır. Ölümün konusunun bile geçmediği, hemen ardından “Allah korusun!” diyerek bir nevi koruma kalkanı içine aldığımız düşüncelerimiz aslında bir yandan da, “evet ya Allah korumazsa ne olur?” sorusunu da gündeme taşır. Çünkü doğduğumuzda öleceğimizi bilmeyiz ve bir neden duymak isteriz.
Ölümün çağrıştırdığı çaresizlik, son, boşluk, kopuş gibi birçok negatif anlamın yanı sıra bize ve hayatımıza anlam kattığını söylesem… Bir de o şekilde düşünürsek?
Heidegger’e göre dünyada iki temel türde varoluş şekli bulunur: Bunlardan birincisi var olmayı unutmak, ikincisi de var olmayı düşünme durumudur.
Var olmayı unutma durumunda, insan madde dünyasında yaşayıp kendisini sıradan hayat oyalamalarına kaptırır. Günlük hayatın kaygıları ve gereklilikleri içinde ve yaşamının devamlılığı için bu gereklilikleri sırasıyla yerine getirir. Ne yazık ki bu durum birçoğumuza da uzak gelmez. Yapılması gerekenler listesi uzayıp gittikçe, geleceğe dair kaygılarımız arttıkça, planlarımız çoğaldıkça, beklentilerimiz arttıkça ister istemez bu durumun içinde buluruz kendimizi.
Diğer durum olan var olmayı düşünen durumda ise kişi hayat akışı değil oluşuna kendini kaptırmıştır. Heidegger de buna, var olmanın devamlı olarak farkında olmak demiştir. Peki ama bu farkındalık nasıl bir şeydir? Ya da farkındalık yeterli midir? Sözü edilen yaşam tarzında insan, yaşamın içerisinde kendisi olma sorumluluğunu alır, dolayısıyla ölümlülüğünün de. Bu süreçteki insanı; hayattan beklentilerinin yanı sıra hayata vereceklerini düşünen, kendisini hayat koşuşturması içerisinde sadece edilgen görmeyen, yapabileceklerinin ve de yapamayacaklarının farkında ve bütün bunları sahiplenmiş biri olarak tanımlayabiliriz. Yani sadece var olmayı değil, var olmanın kırılganlıklarını ve hayatının sonluluğunu kabul etmenin bizi yaşarken daha otantik- anda- kıldığını söyleyebiliriz. Anda olmak da beraberinde bize canlılığı getirecektir.
Sonuç olarak, var olmayı düşünmek bir anlamda ölümü hatırlamamızla mümkün olmaktadır. Fakat Bülent Somay’ın da dediği gibi, ölümün içgüdü düzeyinden çıkıp bilinçli bir bilgi biçimini alması ise tüm bir büyüme sürecini kapsar. Bu konuda Le Guin’in En Uzak Sahil hakkında söylediklerini hatırlamakta yarar var: Çocuk “kendisinin de ölümlü olduğunu, öleceğini anladığı anda, çocukluk biter ve yeni hayat başlar. Bu da büyümedir, ama daha geniş bir bağlamda.”
Var olmayı düşünmek, aslında yok olmayı düşünebilmeyi de içine almaktadır. Ölüm, hayatımızı otantik bir tarzda yaşamamıza olanak sağlar. Yaşayabilmemiz için ihtiyacımız olan tek şey belki de ölümü hatırlamak ve belki de zor da olsa üzerine konuşabilmektir; ölümden kaçmak değil. Bu da aynı büyümek gibi sancılı ama değerli bir deneyim olarak bize geri dönecektir.