Ölüm: Zorunlu Ayrılık – Berçem Göktürk

Ölüm: Zorunlu Ayrılık

Berçem Göktürk

Ölüm, cevabı olmayan ancak var olduğumuz sürece cevabını aradığımız, anlamaya çalıştığımız bir gerçek. Doğduğumuz andan itibaren bildiğimiz tek gerçek, tek sınır, hayatı anlamlı kılan tek şey “ölüm”dür. Var olduğumuz sürece ölümlü bir dünyada, sonluluğa meydan okuyoruz. Varoluşçuluk üzerinden bakıldığında, ölüm en temel meselelerimizdendir. İnsan olmak demek, ölümü kabul etmek, sonlu olduğumuzu ve bir gün yok olacağımızı bilmek demektir. Ölüm, diğer tüm farklılıklarımıza rağmen, ırkımızdan, dinimizden, cinsiyetimizden, eğitimimizden, sosyoekonomik durumumuzdan bağımsız tüm insanlığın eşit olduğu bir gerçekliktir.

Ölümlü olduğunu bilen insan, doğumu ile ölümü arasındaki sürede kendini ve kendine dair projelerini hayata geçirmek için çabalar. Bu proje kimi zaman iyi bir anne olmak, kimi zaman çok zengin olmak, kimi zaman ünlü bir yazar olmak olabilir. “Ölmeden önce yapacakları”na rağmen “ölüm” bireyi hayattan, sevdiklerinden, sevmediklerinden, projelerinden, gerçekleştirdiklerinden, gerçekleştiremediklerinden ayrıcak, olanakların bitecek ve yok olacaktır.

Antik çağdan bu yana üzerine konuşulmuş, hakkında kitaplar yazılmış, felsefe tarihine konu olmuş “ölüm”e dair Sokrates, savunulan ahlak değerleri için ölümün tercih edilebilir olduğunu savunmuştur. Sartre’a göre, ölümden başka her şeyi biz var ediyoruz ve ölüm, hayatı anlamsız kılıyor. Ölüm, kişinin öznelliğinin ötesindedir bu nedenle de öznelliğin içinde yeri yoktur. Logoterapinin kurucusu Viktor E. Frankl’a göreyse, hayatın geçiciliği (ölüm) onu anlamlı kılıyor. Heidegger, ölümle dürüstçe yüzleşenlerin gerçekten yaşama dalabileceğini söylemiştir. Ölüm, varlık temelini en derinden açığa vurur ve insan varlığının tüm olanaklarının arasında en gerçek olanıdır.Yani insan, her gün ölüme gider ve bu kaygı uyandırıcıdır.

Ölümü anlamaya çalışmak, üzerine düşünmek, hakkında konuşmak varoluşsal olarak yaşanır, ölüm ile zihinsel değil varoluşsal bir ilişki kurulmalıdır. Hiçbirimiz öldüğümüzde ne olacağını, öldükten sonra ne olacağını bilmiyoruz. Tinsel dünyamızda (überwelt) ölüme dair anlamlarımız, inançlarımız olabilir, bu inançlar bizim ölümle ilişkimizi belirliyor olsa da ölen insanların ne yaşadığına dair bir bilgiye sahip olmadığımız da diğer bir gerçektir. Öleceğimizi bilerek yaşıyoruz ve bu gerçeklikle anlam bulmaya çalışıyoruz. Her gün ölümümüze ve kendi sonumuza yaklaşıyoruz. Ve aslında her gün intihar etmeyerek ölmemeyi, yaşamayı tercih ediyoruz. Benliğimizin oluşabilmesi ölümden korkmaktansa, ölüm gerçeğini kabul ederek olabilir.

Ölüm beraberinde yas tutmayı, kaygıyı, ayrılığı, umutsuzluğu, öfkeyi ve başka pek çok duyguyu – hissi getirir. Ölüm, zorunlu ayrılıktır da aynı zamanda. Sevdiğimiz, değer verdiğimiz, kızgın olduğumuz, küs olduğumuz herhangi birinin ölmesi demek ayrılığı beraberinde getirir. Biz öldüğümüzde “diğer” her şeyden ayrılacağız. “Diğeri” öldüğünde ise kontrolümüz dışı bir gerçek olarak ayrılığı deneyimliyoruz. Her ölüm, her ayrılık varoluşsal haritamızı değiştiren – dönüştüren bir deneyim olabilir. İlişkide olduğumuz “diğeri” artık yoktur ve biz bu gerçek ile ne yapacağımızı bilemediğimiz anlar – zamanlar yaşayabiliriz.

Terapi odasında ölüm nasıl ve ne şekilde gündeme geliyor peki ve biz varoluşçu terapistler bunun ile ne yapıyoruz? Ölüm her şekilde ve her zaman gündemdedir. Bazen, danışanların bir tanıdıklarının ölümüyle, bazen seans süresinin bitişiyle, bazen hasta olmakla, bazen toplumsal bir olay ile, bazense terapist ile ilişki üzerine konuşulurken ölüm terapinin mutlak gündemi olur. Varoluşçu yaklaşımda, ölüm olmazsa olmaz konuşulan bir mesele olmalıdır. Danışanın ölüme dair algıları, inançları, ölüme verdiği anlam betimleyici sorularla, fenomenolojik olarak konuşulmalıdır. Ölüm gerçeğini kabul etmek demek, sınırlarımız olduğunu kabullenmek demektir. Hayatta her istediğimizi yapamayacağımızı, ne zaman ve ne şekilde olacağını bilmediğimiz yok oluşumuzu “bekleyerek” yaşadığımızı hatırlatır ölüm bize. Sadece bunu gündeme aldığımızda bile kaygı uyandırıcı olabilir. Danışanın dünyasında ölümün yansımalarının nasıl olduğu, kendi ölümlülüğüne, ölümüne dair danışanın neler düşündüğü ayrıntılı olarak konuşulmalıdır. Danışan-terapist olarak karşılaşan ve ilişki içinde olan, tek ve aynı gerçeğe (ölüm) tabii olan iki insanın karşılaşması, ilişkinin başladığı andan itibaren bitmeye-ölmeye mahkumdur. Ne kadar süreceği belli olmayan bir ilişkilenmedir danışan-terapist ilişkisi. Danışanın talebi ile ilk buluşma gerçekleşir, terapist ile anlaşmasıyla başlar ve bir gün biteceği gerçeği ile devam eder. Her ilişkinin ölme olasılığı vardır, ayrılığı ilişkinin ölmesi olarak değerlendirebiliriz. Pek çok deneyime dair konuşulurken, deneyimi betimletici soruların cevabı aranırken ölüm çoğunlukla seansın parçası olur. Kişinin bedeninde neler yaşadığı, nerede ve nasıl hissettiği fiziksel dünyaya dair olabilir. Ayrılıktan-ölümden konuşulurken serbest çağrışımda hangi düşüncelerin eşlik ettiği danışanın zihnini yansıtır. Danışanın duygularını betimlemesi, buna alan açmak duyguları konuşmaya alan açar. Ve belki de varoluşçuluğun temel taşlarından “anlam”ı konuşmak için, danışanın deneyimlerine bir adım dışarıdan bakarak anlamlandırdıklarını tarif etmesi tinsel boyut ile ilgilidir.

Ölümü terapide konuşmak belirsizliği, çaresizliği, kontrolsüzlüğü, bağımlılığı konuşmaya alan açar. Danışanın değiştirilemeyecek olana karşı tavrı yani ölüme karşı alınan tavrı, kişinin varoluşuna dairdir.

Teorik olarak ölüme farklı yaklaşımların olduğu gibi insanların da ölüme karşı farklı yaklaşımları vardır. Tüm bu farklılıklarının eşsiz ortaklığı ise ölecek olmamızdır. Ne her an ölecekmişiz gibi ne de hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak değil, ölüm gerçeğini kabul ederek kendimize alan açmamız gerekmektedir.