Kaygıdan nasıl kurtulursunuz? (Veya kaygı ile nasıl yaşamayı öğrenirsiniz?)*
Ferhat Jak İçöz
Kaygı çağımızın sorunu diye başlamak çok isterdim bu yazıya. Ancak değil. Varoluşçu felsefeye göre kaygı, canlı olmanın duygusu, deneyimidir. Kısacası hayatta iseniz, yaşıyorsanız, o zaman kaygılısınızdır.
Kulağa çok güzel geliyor değil mi? Uzaktan uzaktan konuşunca kaygı bile sevimli bir hale gelebiliyor. Ama bir sonraki sınavınıza girerken, iş yerinde bir sonraki sunumunuzu yaparken, bir sonraki gergin karşılaşmanızda, bir sonraki “panik atağınızda” ne işe yarayacak bu?
Bu noktada Martin Heidegger’in azim ve akış ikilemini konuşmakta fayda var. Heidegger, insan deneyimlerini azmedilmesi gerekenler ve akışına bırakılması gerekenler diye ikiye ayırır. Hangi deneyimimiz ile ne yapacağımızı da insanın karşısına çıkan en önemli ikilemlerden biri olarak konumlandırır.
Örneğin başımıza korkunç bir olay geldiğinde veya çok sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, bize “azmedecek” pek bir şey kalmaz. Öyle ya da böyle o deneyimin, o hayal kırıklığının veya o yasın içinden geçmek gerekir. Öte yandan, eğer ben çok mimar olmak istiyorsam, yattığım yerden bunun hayali kurmakla hiç bir yere varamam. Ayağa kalkmak, plan yapmam, çabalamam ve ilerlemem gerekir. Böylesi bir şey için de “akışına bırakmak” olmaz, “azmetmek” gerekir.
Sık sık kendimizi azmetmemiz gereken şeyleri akışına bırakırken, akışına bırakmamız icap eden şeyler için de azmederken buluruz. Bu noktada kısa bir not düşmek isterim – “gerekmektedir”, “icap eden” gibi sert tabirler kullanmamın sebebi belli bir kuraldan veya kuralcılıktan gelmemektedir. Karşılaştığımız olgular bu azim-akış ikileminde bizim ne yapabileceğimizi veya yapamayacağımızı belirler.
“Çağımızın sorunu” mudur bilmem ama hayatın koşullarına veya “varoluşun getirdiklerine” uymayan birçok beklenti ile yaşıyoruz. Duygularımızı kontrol etmeye çalışıyoruz. “Öfkeli olmamaya”, “stresli olmamaya” ve hatta “fazla mutlu da olmamaya” çalışıyoruz, aman aman nazar değer! Kendimizi ve hayatı karşılaştığımız şekilde kabul etmekte zorlanıyoruz.
Kaygı konusuna geri dönmeden bu noktada genel olarak tüm duygularımıza ve deneyimlerimize bir olguya dikkatinizi çekmek isterim. Yaşadığımız içsel deneyimler (duygular, sezgiler ve hatta düşünceler) sadece birer sonuçtur. Bizlere hayat ile nasıl bir ilişki kurduğumuzu, nasıl bir bağlamda olduğumuzu ve bunların bize nasıl geldiğini anlatırlar. Duyguları GPS gibi düşünebilirsiniz. Trafikte kaldığınızda GPS’inizin konumuyla oynamaya çalışmazsınız. Ama duygularımızı ve deneyimlerimizi değiştirmeye çalışıyoruz.
O zaman ne yapacağız biz bu duygularla, deneyimlerle? Ne bastırmak, ne de hemencecik eyleme dökmek. Öfkeliyseniz bunu yok etmeye çalışmayın veya o öfkeyle bağırıp çağırmaya başlamayın. Üçüncü bir yol mümkün; o da deneyiminizi dinlemek, size ne anlatmaya çalışıyor, anlamak. Demesi kolay, yapması bir ömür boyu sürecek bir girişim.
Kaygı, bizlere canlı olduğumuzu hatırlatır. Önümüzdeki duran özgürlük alanımızı, seçebileceklerimizi anımsatır. Özgürlük ve seçim, ne kadar olumlu kelimeler değil mi? Ama hayır. Hayat bizi sonuçlarını hiçbir şekilde bilemeyeceğimiz seçimler yapmaya zorlar. Kaygılıyız, çünkü ne olacağını bilmeden seçmek zorundayız. Kaygılıyız, çünkü seçtiklerimiz, bir ömür bizimle. Kaygılıyız, çünkü insanız.
Bir daha kaygılı hissettiğinizde kendinize merakla bakın, araştırın, ne oluyor? Kaygınız size ne anlatmaya çalışıyor? Onu dinlerseniz, en iyi rehberiniz olur. Dinlemezseniz de büyük bir baş belası.
Kierkegaard’ın dediği gibi “kim ki doğru şekilde kaygılı olmayı öğrenir, nihaiyi öğrenir.”
*Bu yazı ilk olarak Psychologies Türkiye dergisinin Nisan sayısında yayınlanmıştır.